|   |   |   |   |   |   | 

yazıları writings

Whitman ile Ahlaka Yolculuk

Walt Whitman’ın şiiriyle şair - yayıncı dostum Seyyit Nezir’in Broy Yayınları’nda tanıştım ilk ( Cağaloğlu ) ne zamandı anımsamıyorum, yirmi yıldan fazladır. Rafların birinde tesadüfen gördüğüm ‘’Çimen Yaprakları’’ adlı şiir kitabını elime aldığımda kır sakallı bir adam portresi gördüm ilk, sayfaları şöyle bir kabaca karıştırdım ve daha ilk dizelerde etkilendiğimi anımsıyorum. Şöyle başlıyordu Çimen Yaprakları: ‘’Tek insanın şarkısını söylüyorum, bir başına, herhangi bir insan. Gene de Demokratik sözcüğünü, Yığınlar sözcüğünü kullanıyorum.’’
- Bunu alıyorum Seyyit Abi  dedim
- Al, fakat onu okuma dedi
- Niçin dedim şaşkınlıkla!sonra da ekledim,iyi ama sen basmışsın bu kitabı madem kötüydü niçin yayınladın ?
- Ben kötü demedim ki okuma dedim
- Nasıl yani dedim şaşkınlığım daha da artarak,
- O nu ezberlemelisin dedi,
Gülümsdiğimi ve kitabı ceketimin yan cebine koyduğumu anımsıyorum.

Walter Whitman (d. 1819 - ö. 1892) ABD'li şair. Daha çok Walt Whitman olarak bilinir.
Amerikan edebiyatının,gerçek anlamda uluslararası bir üne kavuşmuş ilk şairlerindendir.
Akademik eğitim almayan şair, on bir yaşından sonra, matbaacılık, gezici okul öğretmenliği, gazete ve dergi editörlüğü gibi işlerle uğraşmış, daha sonra da, politikaya atılmıştır.
Whitman'ın ilham kaynağı, büyük bir hayranı olduğu transandantalist akımın öncüsü ABD'li şair ve yazar Emerson'dur.
Whitman'ın kafasında, tek insanla toplum, bağdaşmaz, bir araya gelmez iki düşman değildir. Tek insanın varlığı için, toplumun varlığının gerekli olduğunu bilir. Democratic Vistas'da şöyle diyor: "Doğru, bu ikisi birbirine zıt gidiyorlar, ama bizim görevimiz onları barıştırmaktır." Whitman'ı anlamak için, önce şunu anlamalıyız: Topluma değer vermek, insana değer vermek demektir. Tek insan toplumuna karşı olduğu anda, öbür tek insanlara karşıdır, yani kendi kendine karşı...

Walt Whitman bir halk çocuğu olmakla övünürdü. Halkın arasında yaşamak, halkla kaynaşmak onu gönendirdi. Şoförler, çiftçiler, denizciler, ustalarla düşüp kalkardı. Geçimini alnının teriyle kazanan insanlara karşı bir yakınlık duyar, devlet başkanından en küçük çırağa kadar, bütün çalışan insanları severdi. "Yığınlardan söz açmalıyım," diyordu "Sıradan insanlara bakıyorum da, geleceğe güvenim artıyor," diye ekliyor. Şiirlerinde sıklıkla işçileri görebiliriz: "Ta baştan beri, erkek işçiler de benim sayfalarımda, kadın işçiler de..." der bir yerlerde
Whitman ın şiirlerinde ve yaşamında hep teklik vardır. Bir şeyi öğrendiğinde onunla tek kimlik olduğunu var sayardı. Bir eskimonun kıyakta oturduğunu öğrendiğinde kıyakla tek kimlik olurdu ya da sarı tenli ufak tefek bir eskimo değildir.Fakat o teklik içinde eskimoda olur… ve tümlüğe ulaşır fakat tümlük koca bir çürük yumurta… Öylesine bir tekliktir ki,bu oto yolda giderken bile tek yön derdi ve bir kızıl derili kabilesinden hızla geçerken tek kimlik diye bağırır.Tek kimlikten söz eder fakat her zaman tüme ulaşan bir kimlik.
‘’Bir kadın bekler beni’’ diyor bir dizesinde Whitman… aslında şöyle diyor dişilik bekler erkekliğimi.
Çünkü şöyle diyordu bir başka şiirinde ‘’Gördüğümde pus içinden anlatılmaz ölçüde birini, gördüğümde öne eğik başını,göğsünde kavuşturulmuş kollarını, dişiyi görüyorum…’’ O na gore her şey dişiydi… doğa bile..
‘’Çocuk doğduğunda kadından, insan doğar kadından’’ diyor Whitman… yine dişiyi görüyoruz… saplantılı bir dişi
Sürekli dişilikle ve kadın organıydı uğraşan whitman belli bir yaştan sonra demokrasiyle ve yoldaşlıkla ilgilenmeye başladı… Dünya tek bir yoldaşlıkta olmalı diyordu.. Çünkü dünyayı bir arada tutmanın tek yolu yoldaşlıktır diyordu… ve erkece sevgiden dürüstlükten söz ediyordu…
‘’Yine de güzelsiniz bence, solgun renkli körler.. ölümü getirirsiniz aklıma…/… Gerçekten ey ölüm, şimdi düşünüyorum da şu yaprakların anlamı eksiksiz senin anlamın…’’
Tuhaf, kaynaşma, döl yolu, kadın ve son karşılaşma ölüm… zıtların birliği mi…baş ve son yani başlangıç döl son ölüm..
Whitman hiç kuşkusuz büyük bir ozandır öylesinedir ki ölüm sonrası ozanıdır…Çünkü Whitman dünya şiiirinde çığır açan ilk ve tek öncüdür. Ondan başka öncü yok.Ne İngiliz edebiyatında ne Fransız edebiyatında ne de Avrupada başka bir öncü yok. Avrupadakiler öncü değil yenilikciydi…Keza Amerikada da whitman’dan öncesi yok Sonrası da .’’O, etkilendiği Emorson’ u da aşmıştır çünkü.

Whitman dan sonraki şairler mutlaka O nun yolundan gitmiştir… Fakat Whitman yolun sonudur ve sonun başladığı yer uçurumdur.
17. y.y da skolostik anlayış çökmek üzeredir ama bu anlayışın yerine geçecek bir anlayış yoktur. Ortaçağ değerleriyle, rönesans değerleri büyü,kuşku ve kör inanç çelişkisi içersindedir. Bunun getirdiği sıkıntı metafizikçilere geniş bir duygu, düşünce alanı sağlamış olsa da bir öncü çıkış oluşturamamışlardır.
‘’Sanatın temel işlevi ahlaksaldır’’ diyor Lawrence ‘’estetik değil’’ hiç kuşkusuz Whitman bir ahlakcıydı fakat daha da önemlisi Amerikan edebiyatının tematiğine baktığımızda bütünü ahlakcıdır: Hawthorne, Poe, Emerson,Melville ve daha bir çokları…Tek uğraştıkları ahlak sorunudur. Bütün bu adlar eski ahlak anlayışına karşıdırlar fakat ilginç olan yeni bir ahlak anlayışını bilmemeleri ve yeni bir ahlakı hayata geçirememeleridir. İşte Whitman I farklılaştıran tam da burasıdır.Çünkü o insan ruhunun tenden üstün olduğunu vurgulayarak eski ahlak anlayışını yıkan kişidir. Bunu nasıl başardın diye soranlara ise çok kısa ve net yanıt veriyor Whitman ‘’duygudaşlıkla’’ diyor. Sevgiyle demiyor… sevgiyle duygudaşlığı birbirinden kesin bir çizgiyle ayırıyor. Ve Whitman ın asıl temel iletisi budur ruhun kendini özgür bırakması ve binlerce Amerikalı kadın ve erkeğinin esin kaynağı olmuştur bu.
Ve başa dönüp özetlersek, Whitman hep tek kimlikten söz etti dedikya,şöyle diyor bir yerde ‘’ Şu zenci köle de benim gibi bir insan. Aynı kimliği paylaşıyoruz. Ve yaraları kanıyor onun. Ah, ah yaraları kanayan ben değil miyim ?’’ İşte bu duygudaşlık mıydı paylaşmak mıydı bilemiyorum belkide özveriydi.. çünkü şöyle diyordu bir başka yerde ‘’Birbirinizin yükünü taşıyın; komşunu da kendin gibi seveceksin’’ Whitman ın sözünü ettiği…duygudaşlık dediği işte tamda budur
Bu yazı böyle uzayıp gider. Whitman bitmez tükenmez bir yolculuk ne kadar anlatırsan o kadar sürer, çünkü;Whatmanla ilgili bir yazı yazmaya karar verdiğimde beni nelerin beklediğini bilmiyordum. İtiraf etmeliyim ki bu yazıyı tamamlamakta oldukca zorlandım . ( tamamlandığı da söylenemez ) Cünkü Whitmanı yazmak en az Edgar Allan Poe yi yazmak kadar zor... bu yazıyı tamamlamak için D.H. Lawrence’nin ‘’ Studies in Classic American Literature ‘’ adlı eserinden çok fazla yararlandığımı söylemeliyim, şunu da belirtmeliyim ki ben ne edebiyat tarihçisiyim ne de edebiyat eleştirmeni...Bir şairim ve bu yazdığım kısa bilgilendirme yazıları olsa olsa bilgilerimi taze tutmak ve iyi niyetle yazılmış meraklısına küçük notlardan öte değildir...

The Journal of a Poet

I remember how it took me a couple of weeks to make a decision on going to the consulate, when I first received the invitation letter from 2009- Palm Beach Poetry Festival. How necessary was it for me to go? Certainly I was a poet. Although this created an honoring sensation, I had this lack of desire within. One afternoon, I went to my study room, and looked for the books by Charles Bukowski and Allen Ginsberg, insistently. To Bukowski, I was introduced by a poet  friend (whose name is not needed right now), around the end of 80s… With Ginsberg I met around the same time… Both of these poets highly influenced me… (I will talk about Ginsberg in detail, in another essay). As for Bukowski, his life style and his stories interested me more than his poems. German born Bukowski lived in America after the age of three. He continued living as an unskilled laborer… Worked as a dishwasher, truck driver, doorman, gas station and car park attendant, poster sticking boy in NYC subways.  Bukowski drunk throughout his life. Although he had stomach bleeding in 50s he went on drinking, and went on until he dies in 1994 in California because of leukemia. With his marginal life, the way he was looking down on human beings, telling the suburban and outcast culture, he always attracted my interest. Son of a poor family, Bukowski (he was the son of a milk seller), was always out casted throughout his life. The writer, who does not have an academic education, reacted against writers and poets with academic education, and the double-ness of society, constantly. No one published his works, he was always rejected. However, he always went on writing, and when he was still alive, 60 of his books were published in thirds class publishing houses. Often he wrote tragicomic things, but always looking down on human beings. He always said “I am the one”… He ignored the writers other than himself, even ridiculed them. Moreover, in one of his writings he went even further and said: “Who is Dostoweski?” Of course no body took his words seriously. However, this stubborn, this self centered, this sarcastic attitude brought to him a righteous fame, his works have been read throughout the world. Today he is one of the most well known poets in America and many new generation poets and writers are following his footsteps and admiring him. More importantly, Bukowski’s life was fragmented and disordered, a miserable life and a struggle to survive, a struggle to grasp life, as well as letting go of it. However one of his most clear characteristics was his insulting attitude towards women, as a man who also was not able to live without women. I was always interested in the process of his life.

I found a book of Bukowski in my library, I read it again, and completely. In the first morning lights, I decided to go to America, to see the streets which this marginal writer lived and told about, decided to inhale that air.

On 19 January 2009, instead of being in Florida, I landed to NY airport  on 18 November 2008… I went to Pen Club and Poet’s House, which I have corresponded a few times before.  I was welcomed with a sincere interest both in Pen and Poet’s House. After a long conversation, I asked where Bukowski was… Right at that moment, I decided to fly to

KANAYAN YARADIR SOYSAL EKİNCİ

Denemesemde bilirim, intiharı...
İntihar eden şairlere, yazarlara düşünürlere ressamlara ve kısacası sanatla  felsefeyle bilimle uğraşan insanların intiharlarına karşı özel bir ilgim vardır ve onların yaşamlarını araştırırım yıllardır... Fakat kuşağımın en iyi şairlerinde biri olan dostum Soysal Ekinci nin intiharı bu ilgimi tetiklemiştir.
1954 yılında Kars'ta doğan Ekincı 4 Eylül 1994 tarihinde İstanbul'da evinde kendini asarak yaşamına son verdi. Ardahan Yatılı Bölge İlkokulu'nu, Kars Kazım Karabekir Öğretmen Okulu'nu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Bölümü'nü bitiren Ekinci Siyasal kimliğinden ötürü 1979-1981 yılları arasında gözaltında kaldı. 1983-1989 yılları arasında İstanbul'daki cezaevlerinde tutuklu kaldı.
Fakat, Soysal asıl ‘’dışarda’’ tutuklu kaldı. O Pek konuşmayan, sessiz sakin içe kapanık bir çocuktu… Dış dünyadaki yabancılaşma ve yozlaşma onu gün geçtikçe daha da yalnızlaştırdı daha bir kendi içine kapandı.. Yaşadığı bir aşk ve bu aşkın yaşattığı ihaneti kendisine yediremedi… uzun sure iç acılarıyla boğuşan şair sonunda ‘’ bir insanın mutluluğu için bin insanı acılara bıraktım’’ diye not bırakarak aramızdan ayrıldı. Soysal’ın intiharını Şov Tv dışında haman hemen hiç bir yazılı ve görsel basın yer vermedi. Sözüm ona 2. Yeniciler ve modernistler ve poetmodernistlerde görmedi duymadı ama aynı 2. Yeniciler, modernistler daha bir kitabı bile olmayan 22 yaşında intihar eden genç şair adayı Kaan İnce için çalmadıkları davul ve öttürmedikleri borazan kalmadı bu öylesine abartılı olduki Sombahar Dergisi özel sayı yapacak kadar ileri götürdü kaan ın intiharını… Keza Yine iyi şair olan Nilgün Marmara nın intahırının üzerinde de hak ettiği kadar durulmadı.
Soysal Ekinci hiç kuşkusuz kuşağımın en iyi şairlerindendi…dilin olanaklarını çarpıcı imge derinliğine götüren, duygu debisi yoğun şiirler yazdı.  Yaşamda yalnız olduğu kadar ölümede yalnız gitti… Şimdi Yine kuşağımın en önemli şairlerinden, geçen yıl Attila İlhan şiir ödülünüde alan değerli dostum Hüseyin Alemdar’ın Soysal ekinci için yazmış olduğu bir şiirden alıntıları sizlerle paylaşmak istiyorum…
pastoral travma
                                        eski sıkıntım Soysal
…/…doğanın verdiği ödevler sanıldığı kadar kolay değil…/…senin Türkçenle örgütsüz kendinin 12 eylülü bir adamdım …/…her ölüm arkadaşımdı her ölü yoldaşım o zamanlar …/…geceleri yerin göğe anlattığını anlamak herkesin harcı değil…/…sen yoktun dönüp bakardım ben e-tipi gözlerle şavka ve aşka…/…o gün bugündür susmam da kalbime konuşmam da tanrı lütfu…/…  geceleri yerin göğe anlattığını anlamak herkesin harcı değil…/…bir insan bir insanı cem-i cümle ancak ölünce anlar…/…bir şair kundağıdır!.../…
Bu güzel dizelerden sonar intihar eden şairler yazarlar  listesini hep beraber izleyelim…
İntiharsız bir yaşam dileğiyle
Heinrich Von Kleist: Alman şair ve romancı.Bir sonbaharda Wannsee nehri kıyısında tabanca ile önce sevgilisini ardından kendini öldürdü.,İntihar mektubunda şunları söyledi. 'Yeryüzünde artık öğrenip edineceğim hiçbir şey kalmadığı için ölüyorum. Elveda! '

Ernest Hemingway:Amerikalı romancı ve gazeteciydi. Hayatının sonlarına doğru herşeyin boş olduğuna dair fikirleri oluştu. 62 yaşında babası ve annesi gibi av tüfeği ile kendini vurarak yaşamına son verdi. Nobel ve Pulitzer Ödülü sahibiydi.
Romain Gary: Dünya çapında tanınan bir yazardı. Eski eşi jean seberg'de tutkuyla bağlıydı.Eşinin ölümden bir yıl sonra 65 yaşında Paris'te yaşamına son verdi. Ardından bıraktığı notta 'çok eğlendim. hoşçakalın ve teşekkürler' yazıyordu.
Yukio Mişima: Japon edebiyatının önemli kalemlerinden. Eşcinseldi. Aykırı yaşamı tepkilere neden oluyordu. 44 yaşında Hara - Kiri yaparak intihar etti.
Sadık Hidayet: İran edebiyatının önde gelen kaleminden biriydi. Daha önce bir kez intihara teşebbüs eden Hidayet'in ölümünü arkadaşı şöyle anlatır;'Paris`te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, ve buldu. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanıbaşında yerde duruyordu.'
Sarah Kane: İngiliz oyun yazarı. Uzun yıllar boyunca depresyon tedavisi gören Kane, 28 yaşındayken King's College Hastanesi'nde kendisini asarak intihar etti.
Stefan Zweig: Avusturyalı yazar. Yahudi asıllı yazar, Hitler'in dünya düzeninin kalıcı olmasından duyduğu korku ve karamsarlık sonucu girdiği bunalımdan kurtulamayaıp 61 yaşında karısıyla beraber intihar etti.
John Kennedy Toole: ABD'li yazar.Kitabının yayıncılar tarafından basılmaması sonucunda depresyone girdi ve 39 yaşında intihar etti.Ölümünden sonra kitabı basıldı Pulitzer Ödülü'nü kazandı
Kurt Tucholsky: Alman gazeteci ve yazar. Özel yaşamında geçirdiği çalkantılı dönemler, faşist Almanya'nın gidişatından duyduğu üzüntüler sonucunda bunalıma girdi ve 35 yaşında hayatına son verdi.
Robert E. Howard: Amerikalı yazar 'Conan' başta olmak üzere pek çok çizgi kahramanın yaratıcısıydı. Annesinin ağır hasta olduğunu öğrenince bunalıma girdi. Ona olan düşkünlüğü ondan sonra bir hayat yaşamasına izin vermeyecek kadar büyüktü. Annesinin ölümünü görmemek için 30 yaşında intihar etti. Son sözleri şunlar oldu: ' her şey olup bitti, ölüleri yakacak odunların üstüne yatırın beni, ziyafet sona erdi, söndürün kandilleri...'
Walter Benjamin: Alman edebiyat eleştirmeni, düşünür, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı. Yazıları nedeniyle polisle başı belaydı. En son tutuklanacağını anlayınca intihar etti.Öldüğünde 48 yaşındaydı.
Yasunari Kavabata: Küçük yaşında ailesini kaybetti ve yaşamı boyunca yalnız kaldı. En samimi arkadaşının intiharı ve yasak aşkı onu bunalıma sürekledi. 72 yaşında hava gazıyla intihar etti. Kavabata 1968 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü almıştı.
Virginia Woolf: İngiliz edebiyatının en önemli kadın yazarıydı.Feminist çıkışları ile dikkat çekti Bir görüşe göre üvey babasının oğlunun tacizlerine dayanamayıp intihar etti. Buhranını şu sözlerle anlatır: 'Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanıbaşından geçen daracık bir yol gibi'
Osamu Dazai: Japonların önde gelen edebiyatçılarındı.Hayatını esrarkeş, veremli ve alkolik biri olarak geçirdi. Birkaç kez intihar etmeye kalkıştı. Dazai, 1948’de metresiyle birlikte suya atlayarak intihar etti.
Jack London: Tüm zamanların en çok okunan romancısı olarak kabul edilir.'Dişisine kötü davranan tek hayvan insandır' sözünün sahidir.Yazdığı kitaplardan çok para kazanmasına rağmen 40 yaşında ilaç içerek yaşamına son verdi.
İlhami Çiçek: 'Yalnız Hüznü vardır, Kalbi olanın' dizeleri ile buhranını anlattı. 29 yaşında balkondan atlayarak intihar etti.
Arthur Koestler : Kanser olduğunu öğrendikten sonra hastalığın kendisini yavaş yavaş öldürmesine tahammül edemedi ve yaşamına son vermeye karar verdi.Bu kararında eşi kendisi yalnız bırakmadı ve 82 yaşında eşiyle beraber hayatına son verdi.
Jerzy Kosinski: Musevi asıllı Amerikan yazar, üretemediği ve yazamadığı için bir süre bunalım geçirdi. 58 yaşında evinin banyosunda kafasına naylon poşet geçirerek hayatına son verdi.
Sadullah Paşa: Babı-ali'nin sıkı kalemlerindedi. Viyana sefiri iken, ecnebi bir kadınla yaşadığı yasak aşkın duyulması sonucu bunalıma girip intihar etti. Tarihi Sadullah Paşa yalısının sahibiydi.
Zafer Ekin Karabay : Akademisyendi. Üniversitedeki odasında kendisi asarak intihar etti. Tek kitabı ölümünün ardından yayınlandı. ' Hayatın neresinden dönülse kardır' dizeleriyle bir veda mektubu bıraktı.
Harry Martinson: 1974 Nobel Edebiyat ödülüne layık görüldü. Nobel ödülü aldıktan 4 yıl sonra intihar etti.
Gilles Deleuze: Hastalık ve yaşlıklıktan düşkün duruma düşmesi ve artık yazı yazamaması sonucunda 70 yaşında girdiği bunalım sonucu pencereden atlayarak intihar etti.
Ziya Gökapl: 27 yaşında tabanca ile intihara teşebbüs etti. Ölene kadar kafasındaki kurşunla yaşadı.


Antonin Artaud: Fransız yazar 40'lı yaşlarında sinirsel rahatsızlıkları yüzünden bir süre klinik tedavisi gördü. 1948 yılında Paris'te kendi isteği ile yaşamına son verdi.
Beşir Fuad: Ataistti. Kaderin insanın elinde olduğunu kendisine kanıtlamak için bileklerini keserek intihar etti. Öldüğünde 45 yaşındaydı.
Richard Brautigan: Zor bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşadı. Şizofren teşhisi konuldu.Kaliforniya’daki evinde ölü bedeni 1 şişe alkol ve 44 kalibrelik bir tabancanın yanında bulundu. Brautigan’ın intihar ettiği varsayıldı.
Carlo Michelstaedter: Carlo, zengin İtalyan-Yahudi ailenin dört çocuğundan en küçüğüydü. 1910 yılının son baharında son eserini bitirdiği gunun gecesi odasına kapanıp 23 yaşında intihar etti.
Cesare Pavese: İtalya'nın önemli edebiyat ödüllerinden Strega Ödülü'nü aldığı yıl bir otel odasında bir kutu uyku hapı alarak intihar etti.Öldüğünde 45 yaşındaydı.
Eleanor Marx: Marksizimin babası Karl Marx`ın en küçük kızıydı.Nikahsız yaşadığı adamın gizlice bir oyuncu ile evlendiğini öğrenince bunalıma girdi.Sevgilisinin temin ettiği hidrojen siyanürü içerek intihar etti. Elenor öldüğünde 45 yaşındaydı
Arthur Adamov: Rus ve Ermeni aslıllı yazar 30 yaşlarında girdiği bunalım sonucunda bir süre yazmayı bıraktı. Daha sonra yazı hayatına tekrar devam eden yazar, 1970 yılında intihar ederek yaşamına son verdi.
Tadeusz Borowski. Rus yazar 1950 yılında Ulusal Edebiyat Ödülü'nü aldı. 1951 yılında gaz sobasından, gaz solumak suretiyle, 28 yaşında intihar ederek yaşamına son verdi. Sergey Yesenin, psikolojik bir rahatsızlık yaşadı ve hastaneye yatırıldı. Kısa bir süre sonra hastaneden çıktı. 27 Aralık 1925 'te İngiltere Oteli'ndeki odasında bileklerini keserek intihar etti. Cesedinin yanında Mayakovski'ye yazdığı bir not bulundu.
Ve son olarak…
Plath: 11 Şubat 1963. 'te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti.

 

Ginsberg’e Yolculuk

Bir kış gecesiydi. Şair dostum Küçük İskender’e, okuduklarımdan tad almıyorum, hepsi birer kötü kopya, bana önerebileceğin bir şair var mı diye yakındığımda hiç düşünmeden ‘’Ginsberg okumalısın’’ demişti.

Bu adı daha önceden duymamıştım ve oldukca zengin olduğunu düşündüğüm kütüphanemde Ginsberg’e ait hiç bir şey yoktu. Ertesi gün kitapçımı ve bir çok kitapçıyı gezmiş olmama karşın Ginsberg’e ait hiçbir şey bulamadım. Ve sonunda Adam Yayınları’nın çıkarmış olduğu ‘Çağdaş Amerikan Şairler Antolojisi’ne ulaştım. Sayfaları telaşla karıştırıp bu şairi aradım.

Irwin Allen Ginsberg, Amerikalı şair ve şavaş karşıtı. Beat kuşağının en önemli şairi olarak tanınan Ginsberg, Columbia Üniversitesi'nde geçirdiği öğrencilik yıllarında Jack Kerouac, William S. Burroughs ve Neal Cassady ile tanışmıştır.

1980lerin sonlarında Ginsberg’i ilk bu bilgilerle tanıdım ve O’nun ‘’Amerika, her şeyimi verdim sana, şimdi bir hiçim’’ diye başlayan Amerika adlı şiirini okudum ilk olarak... O gün bu gündür vazgeçemediğim bir şairdir…

Böylesine ilgimi çeken bu şairi daha da yakından tanımak ve yaşam öyküsü hakkında bilgi edinmek için kitapçıları dolaşmaya başladım yeniden... Bende hep böyledir bu, sevdiğim şair ve yazarların yaşam öykülerine özel bir ilgi duyarım, hatta varsa özel mektuplarına kadar araştırırım... Ginsberg’le ilgili edindiğim bilgiler beni hayli şaşırtıp bu olağanüstü şaire ilgimi şüphesiz artırdı… Ve Amerika’ya geldiğim ilk aylarda şairin New Jersey’de doğduğu eve, sonrasında da, New York’un doğu yakasında öldüğü eve gidecektim...

1926’da New Jersey’de doğan Ginsberg’in utangaç ve karmaşık çocukluğu Peterson’da geçti. Bütün çocukluk öyküsü annesiyle ilgili tuhaf ve korkulu bölümlerle doludur. Annesi tehlikeli bir paranoyaktı…Bu özellikler haliyle Ginsberg’de de vardı ve hayatını, şiirini çok etkilemistir. Walt Whitman’ın şiirlerini lise yıllarında keşfetti ve o yıllarda şiire merak sardı, hiçbir zaman da Whitman’dan etkilendiğini inkar etmediği gibi Whitman için ‘Kaliforniya'da bir supermarket’ adlı şiirini yazmıştır:

‘’Seninle ilgili neler geçiyor aklımdan, Walt Whitman,
baş ağrısıyla yürürken kenar mahallelerde ağaçların altından,
ürkekçe seyrederek dolunayı.
Açgözlü bitkinliğimle satın alacak imgeler aranırken neon’’

diye giden dizelerin sonlarında Whitman’a hayranlığını şöyle sürdürür:
‘’ Ah, sevgili atam benim, kır sakallı, yalnız ve yaşlı cesaret hocası.’’

Birçok şair ve yazar gibi, o da çok farklı işlerde çalıştı: denizci, bulaşıkcı, kaynakçı ve gece bekçisi gibi. Fakat aylak olmayı tercih etti daha çok. Şiirlerinde, bireyi ve bireyin iç hesaplaşmalarını yazdı… Toplumu ve kendisini sorguladı sürekli…

"Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız… suçlu olan şairlerdir… Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır." derken şairliği nereye koyduğu açıktır…

Ancak babasının önerisiyle hukuk okumaya karar verdi. Ama Columbia Üniversitesi’nin ilk yıllarında karşılaştığı ‘’vahşi ruhlar’’ grubuna katıldı… Columbia’da başlayan üniversite öğrenimi, kısa sürede son buldu. Ve Ginsberg, kendini Times Meydanı’nda eroinmanlar ve daha çok Burroughs'un arkadaşları olan hırsızlarla birlikte, benzedrin ve marihuana üzerine deneyler yaparken buldu. Elbette bütün bu süreçte ‘Yeni Bakış’ adlı bir edebi akım üzerinde çalıştığına ikna olmuştu.

Ginsberg'in şehir arkadaşlarının neşeli delilikleri sürerken, annesinin deliliği pek de neşeli olmayan bir biçimde ilerliyordu. Ailesindeki herkes delilikle o kadar çok ilgileniyordu ki, herkes abartılmış bir biçimde normal olmaya çalışıyordu. Ama Ginsberg tam da ters yöne gitti ve kendini temelde deli olarak tanımlayıp, tuhaflığı bir hayat biçimi olarak seçti; annesinin düştüğü uçurumun kenarında yürümeyi sevdi. Ve 1949 yılında akıl hastanesine yatmak zorunda kaldı. Ve aşk… Aşk onun en çok kanadığı yeriydi… Yalnızdı, ruhun ve tenin dayanılmaz acılarındaydı, çünkü bir eşcinseldi. En çok, tenin değil ruhun yalnızlığıydı yaşadıkları. Fakat bunu şiirlerinde gizlemeyi pek başaramadı… Aşkı dünyanın ağırlığı olarak görüyordu ve öylesine içine işlemişti ki, bir şiirinde bunu dile getirecekti:

“dünyanın ağırlığı
aşktır.
yalnızlığın yükü
altında,
hoşnutsuzluğun yükü
altında,
o ağırlık
taşıdığımız o ağırlık
aşktır.”

Dünyayı gezip, Budizm'i keşfettikten ve sonraki otuz yılda sürecek bir dostluk demek olan, Peter Orlovsky'ye aşkından sonra, daha da olgunlaştı. Bu aşk onu hırpaladığı kadar, şiirini hiç kuşkusuz beslemiştir. Diğer yandan gerek yaşamı gerek şiirleri sürekli bir bunalımı ve bir arayışı yansıttı… Neredeyse epik şiire yönelmeler söz konusu olsa da asıl şiirini lirizmden besledi fakat çoğu zaman günlük konuşma dilinin elemanlarına yasladı şiirini. Bunun nedeni ise usta çırak ilişkisine girdiği şair William Carlos Williams’dan etkilenmesidir…

Fakat şiirini eleştirenlere şöyle yanıt verecektir:  “Kendini bilmez bir yığın cahil cühela, korkak ve can sıkıcı herif kalkıp şiire saldırıyorlar, şiirin nasıl yaratıldığını bilmeden.’’ Ve bir başka yerde: “Benim Şiirim çılgınlıktır, meleksel çılgınlık! Tamam mı? Benim şiirimin, kimin kime ateş etmesi gerektiği konusundaki materyalist önerilerle
hiç bir ilgisi yoktur. ‘’ diyerek olası bir tartışmayı kesiveriyor.

Yaşamı boyunca uyuşturucu kullanan şair kendisini, Küba'daki mariuana yasağını eleştirdiği için, oradan kovdurmuştur. Huzur aradığı Çekoslavakya'dan da ahlaki bozukluğu var diye kovulmuştur...
Daha sonraki süreçte, iyice yalnızlaşan Ginsberg bir düşünceden bir harekete, sonra da bir klik'e dönüşürken kendini hippilerin arasına attı.

1965'de ingiltere'de Royal Albert Hall'de diğer ‘beatnik'lerle okuduğu şiirler, daha sonra bünyesinden Pink Floyd ve The Soft Machine gibi grupları çıkaracak olan ‘İngiliz underground'unun ilk sesleridir. Bob Dylan, Ginsberg'i  ‘dayanabildiği’ az sayıda edebiyatçıdan biri saydı. Ginsberg daha sonra Dylan'ın "Subterranean Homesick Blues" adlı video filminde arkada göründü ve Dylan'ın 1977'de çektiği Renaldo ve Clara adlı filminde büyükçe bir rol aldı.
Daha sonra ‘’Kerouac'a Yolda" adlı kitabı yazdıracak olan ülke gezilerine başlayan Ginsberg’in Türk şairlerine de özel bir ilgisi vardı. 1970 yıllarda Dağlarca ile çekilmiş bir fotoğrafından haberdarım, 1990′da Türkiye‘ye de gelen Ginsberg Can Yücel ile Kumkapı’da buluştu ve rakı masasına oturdular. Bu buluşmada birbirlerine birer şiir yazdılar. Ginsberg’in yazdığı “Can Yücel” adlı şiir aşağıdadır:

CAN YÜCEL
Aynalar insan değil
Aynalar insan
Hem de ikisi
Hem insan hem ayna
İster Manhattan’ın doğu yakasında
İster boğaz şehrinin Kumkapı’sında
Herkes yalanları söyler
Doğruları söyleyerek
Yeni rakı masasındaki sarhoş ağızlar bile

Ginsberg’in asıl çıkış noktası ‘’Uluma’’ dır. ‘Uluma’nın yayınlanmasıyla Beat kuşağının en önemli sembollerinden biri haline geldi. Ve son temsilcisi… Bugün bütün dünyada okunan bir şair olmasını ne deliliği, ne savruk yaşamı ne eşcinsel oluşu ne de dünyaya kafa tutuşu engelleyemedi….

Ginsberg, son güne kadar eylemin, şiirin ve müziğin içinde kaldı. Brooklyn College'de ve Naropa'da öğretmenliğini sürdürdü.
.
Çok sevdiği Amerika'da 5 Nisan 1997 tarihinde saat 2:39'da, öldüğünde, arkadaşı Bill Morgan'a ait olan New York'taki bir apartman dairesinde, arkadaşlarının ve ailesinin yanındaydı.

 

ŞAİRİN SEYİR DEFTERİ

Palm Beach Poetry Festival 2009’a katılmam için davet mektubum geldiğinde, konsolosluğa gidip gitmeyeceğim konusunda bir kaç hafta düşündüğümü anımsıyorum. Bu benim için ne kadar gerekliydi... Elbette bir şairdim. Bunun, gurur okşayıcı bir yanı olmasına karşın, içimde bir isteksizlik vardı...
Bir akşam üzeri çalışma odama geçip, ısrarla Charles Bukowski ve Allen Ginsberg kitaplarını aradım... Bukowski ile bir şair arkadaş (şimdi ismi gerekmeyen) aracılığı ile tanışmıştım, ilk; 80'li yılların sonlarıydı... Ginsberg ile, kuşağımın en önemli şairlerinden olan dostum, Küçük İskender aracılığı ile tanımıştım, yine aynı tarihlerde... Ginsberg'in Amerika şiiriydi, ilk okuduğum... Bu iki şairde, beni çok etkilemişlerdir... (Ginsberg’e bir başka yazımda ayrıntılı yer vereceğim) Bukowski’nin şairliğinden ziyade, öyküleri ve yaşam biçimi ilgimi çekmiştir... Alman kökenli olan Bukowski, üç yaşından sonra Amerikada yaşadı... Yaşamını vasıfsız işci olarak sürdürdü... Bulaşıkçılık, kamyon şoförlüğü, bekçilik, benzin istasyonunda pompacılık, oto park kahyacılığı, New York metrosunda afiş asma gibi bir yığın iş... Bukowski ömrü boyunca içti. 1950'li yıllarda mide kanaması geçirmesine karşın, içmeyi sürdürdü. Taki, 1994'te Kaliforniya'da kan kanserinden ölene dek. Marjinal yaşamı, insana tepeden bakan tavrı, varoşları ve lümpen kültürü anlatım biçimi hep ilgimi çekmiştir.
Fakir bir ailenin çocuğu olan Bukowski (sütçü bir babanın oğludur), yaşamı boyunca hep itilip kakılmıştır. Akademik eğitimi olmayan yazar, akademik eğitimli yazarlar, şairler ve egemen toplumun iki yüzlülüğüne tepki verdi, sürekli... Yazdıklarını kimse yayınlamadı. Sürekli reddedildi, fakat O, inatla yazmayı sürdürdü ve yaşadığı sürece altmışa yakın kitabını hep üçüncü sınıf yayınevlerinde bastırdı... Çoğu kez trajikomik şeyler yazdı, fakat hep tepeden baktı... En büyük benim dedi. Kendi dışındaki bütün yazarları yok saydı, alay etti. Hatta bir yazısında "-Dostoweski'de kim?" diyecek kadar ileri gitmiştir. Bu sözlerine elbette kimse itibar etmese de... Fakat bu inatçı, bu ben merkezci, bu herkesi ve her şeyi aşağılayan tavrı onu haklı bir üne getirecekti, sonraları bütün dünya da okunan... Bugün Amerika'nın en tanınan yazarıdır... ve yeni kuşak şairleri, yazarları O'nun izinden gidiyor, O'na özeniyorlar...
Daha da önemlisi Bukowski'nin yaşamı kopuk kopuk ve düzensiz, sefil bir yaşam ve yaşamla mücadele, yaşama tutunma mücadelesi, bir o kadar da boşvermişlik... Fakat en belirgin özelliklerinden biri de kadınları aşağılayan tavrıdır... Kadınsız da yaşayamayan...
Bütün bu yaşam süreci benim daima ilgimi çekmiştir...
Kütüphanemde bulduğum bir Bukowski kitabını, hemen o gece yeniden okudum, bitiresiye... Sabahın ilk ışıklarında Amerika'ya gitmeye, bu marjinal yazarın-şairin yaşadığı, anlattığı sokakları görmeyi, o havayı tenefüs etmeye karar verdim...
19 Ocak 2009'da Florida'da olmam gerekirken, 18 Kasım 2008 tarihinde New York havalimanına indim... Daha önceden bir kaç kez yazıştığım PEN Clup ve Poets House’un yolunu tuttum... Gerek PEN'de, gerek Poets House'da samimi bir ilgiyle karşılandım... Uzun uzadıya sohbetten sonra Bukowski'nin nerede olduğunu sordum...
Hemen oracıkta, bir hafta sonra Kaliforniya’ya uçmaya karar verdim...

Mustafa Suphi
mustafa_suphi@hotmail.com

 

KULLERİ SAVRULAN YAZAR

Brezilya’nın şehirlerinden Bahia’nın sokaklarını karış karış bilirim... Hatta köylerine kadar... Hırsızlarını, ayyaşlarını, dar kalcalı melez orospularını, dik yokuşlarında kapı önlerinde oturan dul kadınlarını, her fırsatta kocasını aldatan Terasa yı, Yaşlı horoz Justin’i, kumsalda aşkı kovalayan genç kızlar ve genç erkeklerini...
Neydi beni böylesine Bahia şehrine aşık edecek unsur... Elbette; Latin Amerikan edebiyatının tartışmasız en büyük ve benim baş ucu yazarım Jorge Amoda dan başkası değildir.
Bugüne kadar kaç kitap okudum bilmiyorum ( saymadım ) Fakat Jorge Amodo’nun Ölü Deniz adlı eserini okuduğumda hemen bütün kitaplarını edindiğimi anımsıyorum. Yirmi yılı aşkın edebiyat yaşamımda hiç bir yazar ya da şairle tanışma gereksinimi duymadım. Tanıştığım ya da dostluk kurduğum bütün yazar ve şairlerle ya tesadüfen ya koşullar gereği ya da aynı ortamlarda olduğumuzdan tanışmışımdır. Fakat Amodo yu okuduğumda içimde bir ateş oluştu ve ben bu yazarla tanışmalıydım. O Tarihlerde internet olmadığından istediğimiz bilgiye kolayca ulaşamıyorduk... tek secenek yayıncısı aracılığıyla ya da bağlı bulunduğu telif ajansı aracılığı ile ulaşabilirdim. Ben de doğal olarak bu yöntemi denedim, fakat o tarihlerde e Yayınevinin editörlüğünü yaptığım için bağlı bulunduğu telif ajansına sadece bİr okur olarak ulaşmak istediğimi söylememe karşın sanırım pek inandırıcı olmadığından ve bir başka yayıneviyle çalıştığından olacak Amodo’yla ilgili bilgileri bana vermekten sakındı... Bu durumu Amodo nun kitaplarını basan Can Yayınlarının sahibi arkadaşım rahmetli Erdal Öz’e bahsettim ve ondan yardım istedim, O da bana hiç bir bilgisinin olmadığını ve sözleşmelerini ajans aracılığı ile yaptığını söylediğinde bütün umutlarım suya düştü... Ve ben son bir çare olarak Amodo’ya kendisiyle tanışmak istediğime dair bir mektup yazdım ve zarfın üzerine adres olarak Jorge Amodo Bahia Brezilya yazıp yolladım. Mektup amodo ya ulaştı mı ulaşmadı mı hala bir bilgim yok, fakat, Jennefir Red imzalı postadan bir mektup aldım ve Amodonun 6 Ağustos 2001 tarihinde öldüğünü belirtiyordu... Yani benim yazdığım mektupdan iki ay sonrasını gösteriyordu takvim. Fakat, Amadon un öldüğünü daha önceden iletişim araçlarından öğrenmiştim...

Amado Brezilya nın güneyinde. doğdu Bu yüzden kendisi Ilheus vatandaşı olarak kabul edilir. Büyük kakao ekimi Amado nun eselerinin temalarını oluşturdu köle koşulları yaşayan insanların yeryüzünde çalışma mücadeleleri sefaletin biliyordu,
bir kıyı kenti olan Ilheus da, çocukluk geçirdi Salvador yüksek okulunu okudu . O dönemlerde Amado birkaç dergide yazılar yazmaya başladı ve edebiyat yaşamının bir parçası oldu ve yine aynı dönemde modernist "İsyancılar 'Akademisi". Kuruculkarı arasına katıldı
Amado henüz 18 yaşındayken 1931 yılında ilk romanını yayınladı. Daha sonra Matilde Garcia Rosa ile 1933 yılında evlendi ve ilk kızı Lila doğdu ikinci romanı Cacau yayınlandığında ülke çapında tanınan bir yazar oldu ve diktatör rejimi altında hayatı zorlaşan yazar: 1935 de ilk kez tutuklandı ve iki yıl sonra kitapları yakıldı Eserleri Portekiz de yasaklandı, Jubiaba adlı eseri Fransada yayınlanınca bütün dünyada tanınan bir yazar haline geldi.
1951 yılında Stalin Barış Ödülünü kazandı.
Amado, terk edilmiş, yalnız ve mutsuz insanlarla toplumsal konulara yöneldi daha çok bahia nın yoksul köylülerini kakao işcilerini yazdı onların dayanışmalarını eserlerinin ana temalarını toplumsal temalar oluşturduğu gibi, bir dizi kadın karakterlerine özellikle odaklanarak ve Bahia güzelliklerini geleneklerini kutlama merasimlerini ( favtiz gibi ) geniş ve ayrıntılı yer verdi... Onun arazi betimlemeleri ve cinsellik betimlemeleri çok fazla ve ayrıntılıdır fakat bu Miller gibi kaba bir cinsellik değildir. Yine de 1950'lerde yazdıkları toplumda skandala neden oldu bir dizi tehtidler aldı genel ahlakı bozduğu gerekcesiyle
Bütün bunlarla beraber Amado 1961 yılında Brezilya Edebiyat Akademisine seçildi Brezilya, Poetekiz İtalya İsrail ve Fransa da ki Ünüversitelerden doktor ünvanını aldı Bir yazar olarak Amado’nun popülerliği hiç azalmamıştır. Kitapları 49 dilde 55 ülkede,yayınlandı eserleri filmlere, tiyatrolara uyarlandı ve TV programlarında çevirileri yapıldı. Daha da ötesi Brezilya Karnavalı ve bazı samba okullarına ilham kaynağı olmuştur
Yazar Salvadordaki evini 1987 yılında Jorge Amado vakfına dönüştürmüştür,
Amado altı Ağustos 2001 tarihinde öldü. Şimdi ben Bahia sırtlarından Yazarın Salvador daki evine bakıyorum ve mezarını arıyorum. Amadonun bir mezarı yok.Ölümünün ardından dört gün sonra külleri evinin bahcesine serpiştirildi... Külleri yel alıp götürdü Ama onlarca kitabı bizlere ve gelecek kuşaklara kaldı..